EGD 5. KÜRESEL ISINMA KURULTAYI SONUÇ
BİLDİRGESİ
Ekonomi Gazetecileri Derneği (EGD) tarafından bu yıl beşincisi
düzenlenen “Küresel Isınma Kurultayı” 14 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul’da
toplandı. Sanayi, ulaşım, enerji, tarım, orman, turizm, sağlık, gibi bir çok
sektörü yakından ilgilendiren bu önemli konuya dikkat çekmek, kamuoyunu
bilgilendirmek, farkındalık yaratmak ve geniş kitlelere ulaşabilen
yazılı/görsel/sosyal medya çalışanlarını bilinçlendirmek amacıyla Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti (TGC) tarafından 2008 yılında ilk Küresel Isınma Kurultayı
gerçekleştirildi. Bu ilk kurultayda daha çok küresel ısınma ve iklim
değişikliğinin ne olduğu, gelecekte neler olabileceği tartışıldı. Daha sonraki
yıllarda düzenli olarak gerçekleştirilen kurultayların her birinde bir konu ele
alındı. Sanayinin, Kamu kuruluşlarının,
Ekonomi yazarlarının iklim değişikliğine bakış açıları tartışıldı. Son
üç yıldır Ekonomi Gazetecileri Derneğinin (EGD) öncülüğünde gerçekleştirilen Kurultay’ın
bu sene ele aldığı konu enerji verimliliğiydi.
Ama öncelikle son birkaç yılda küresel ısınma ile ilgili
gelişmeler hakkında bilgi vermek gerekli. Bilindiği üzere 2012 yılı sonunda
Kyoto Protokolü sona erdi. Katar’ın Doha kentinde yapılan 18. Taraflar
Konferansında protokolün devamına karar verildi. İkinci yükümlülük dönemi
olarak adlandırılan bu süreç 2020 yılının sonuna kadar devam edecek. Avrupa
Birliğine üye ülkeler ile Avustralya ve İsviçre sera gazlarında azaltım
hedeflerini koyarken, ülkemizin halen bir azaltım hedefi bulunmamakta. Doha’da
devam eden görüşmeler sırasında (2012 yılı sonunda) atmosferdeki CO2
konsantrasyonu 394 ppm’e ulaştı. Mayıs 2013’te 400 ppm sınırı aşıldı. Ancak
ormanların büyüme dönemi olması nedeniyle ağaçların CO2’i
bağlayacağı ve 2013 yılı sonunda 396-397 ppm’e gerileyeceği tahmin ediliyor.
400 ppm eşiğinin ise 2014 ya da 2015 yılında aşılacağı tahmin ediliyor. Küresel
olarak sıcaklıkların 2 C° artmasına neden olacak 450 ppm CO2
konsantrasyonuna ise 2035-2040 yıllarında ulaşılabilir. Bu değer iklim değişikliği
için geri dönülemez nokta olarak kabul ediliyor. Bu arada iklim değişikliğine
bağlı olarak meydana gelen afet haberleri artıyor. Samsun’da 2012 yaz aylarında
meydana gelen sel felaketi hala hafızalarda. Almanya’da ise daha birkaç gün
önce meydana gelen sel “yüzyılın afeti” olarak adlandırılıyor. 2010 yılı
Türkiye’de ve Dünyada en sıcak yıl oldu. Uzmanlar 2013 yılında rekor bekliyor.
Ünlü ekonomist Nicholas Stern tarafından küresel ısınmanın getireceği toplam
zararın, dünyanın toplam gayri safi milli hâsılasının yüzde 5 ile yüzde 20’si,
başka bir ifadeyle 3 ile 20 trilyon dolar civarında bir ekonomik kaybın olacağı
ifade edilmekte. Ancak küresel ısınma ve iklim değişikliğinin gündemin ilk
sırasına oturduğunu söylemek pek mümkün değil. Bu durum Türkiye için de
geçerli. Ülkemizin 1990 yılında 188,4 milyon ton olan CO2 salımı,
2011 yılında 422,4 milyon tona çıktı. Artış 1990 yılına göre % 124,2 ve bu
artış oranıyla sera gazı salımlarını en fazla arttıran ülke konumundayız. Buna
rağmen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından 2012 yılı “kömür yılı”
olarak ilan edildi. Bu karar nedeniyle Doha’daki Taraflar Konferansında
Türkiye’ye Uluslararası İklim Eylem Ağı tarafından “günün fosili” ödülü
verildi. Ülkemizin 2011 yılında da Durban’daki toplantıda bu ödülü sera gazı
salımlarını indirmek için hedef belirlemeden, Kyoto Protokolü’nün
mekanizmalarından faydalanarak teknolojik ve finansal destek almaya çalışması
gerekçesiyle almıştı. Ayrıca 2010 yılında kurulan Çevre ve Şehircilik
Bakanlığına İklim Değişikliği Dairesi 1 Şubat 2013’te kapatılarak, İklim
Değişikliği ve Hava Yönetimi Dairesi Başkanlığı oluşturuldu. İklim değişikliği
ise şube müdürlüğü olarak bu dairenin altında yer almakta.
Bazı olumlu adımlar da atıldı iklim değişikliği ile ilgili olarak.
Örneğin İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı, Enerji Verimliliği Strateji
Belgesi, Sera Gazı Emisyonlarının Takibi Hakkında Yönetmelik, Enerji
Kaynaklarının ve Enerjinin Kullanımında Verimliliğin Artırılmasına Dair
Yönetmelik, Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına
Dair Yönetmelik gibi mevzuat ve eylem planları hazırlandı. Ancak atılan bu
adımların da bazı eksik noktaları bulunmakta. Örneğin İklim Değişikliği Ulusal
Eylem Planında iklim değişikliği ile mücadeledeki hedefler enerji verimliliğinin
arttırılması, enerji yoğunluğunun azaltılması, atıklardaki biyoçözünür madde
miktarlarının azaltılması, çöplerin düzenli depolama alanlarında toplanmasının
sağlanması, binalarda enerji verimliliğinin arttırılması, ulaşımda demiryolu ve
denizyolu paylarının arttırılması, tarım, mera ve orman alanlarında
biriktirilen karbon miktarının arttırılması şeklinde özetlenmişken, toplam sera
gazı salımlarının azaltılması için bir hedef bulunmamakta.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik
Bakanlıklarının son yıllarda iklim değişikliği ile ilgili attıkları adımların
daha çok enerji verimliliğine odaklandığı görülüyor. Bunda yeni yatırımlar
yapılmazsa ülkemizin enerji talebinin önümüzdeki 5 yıl içinde enerji arzını
geçeceği öngörüsü etkili. Ayrıca yapılan çalışmalarda enerji verimliliğinde
atılacak adımlarla % 15 kadar bir enerji tasarruf edilebileceği hesaplanmış.
Henüz net sonuçlar alınmasa da enerji verimliliği konusundaki hedefler ümit
verici. Ancak enerji üretiminde fosil
yakıtlardan vazgeçilmeyeceği anlaşılıyor. Her geçen gün yeni termik santral
başvuruları yapılmasının bu ümit verici gelişmelere gölge düşürdüğünü de
belirtmek gerekli.
Enerji üretimi küresel ısınma açısından neden önemli? Zira sera
gazlarının artmasında enerji üretimi % 26, endüstri % 19, ormansızlaşma % 17,
tarım % 14, ulaşım % 13, yapılar % 8 ve atıklar % 3 oranında katkı yapıyor.
Diğer taraftan insanlığın refah düzeyinin artması da enerji ihtiyacının sürekli
artmasına yol açmakta. Uluslararası Enerji Ajansına göre 2010 yılı itibarıyla
Dünya’da 12,7 milyar ton eşdeğer petrol (TEP) enerji arzı gerçekleşti. 1973
yılına göre ise enerji arzı iki katına çıktı. İleriye dönük projelerde iklim
dostu projeler oluşturulamazsa 2035 yılında 18,3 milyar ton eşdeğer petrol bir enerji
talebi olacağı öngörülüyor. Kritik eşik diye kabul edilen 450 ppm CO2
konsantrasyonu dikkate alındığında 2035 yılında fosil yakıtların payının
azaltılması ve hidroelektrik ile diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının
payının % 27’e çıkarılması ve üretimin 14,9 milyar ton eşdeğer petrolde
tutulması gerekmekte. Dünya genelinde 2010 yılı itibarıyla enerji üretiminde %
32,4 payla en fazla petrol kullanılıyor. Bunu % 27,3 ile kömür, % 21,4 ile
doğal gaz izliyor. Nükleer enerjinin payı ise % 5,7 kadar. Yenilenebilir enerji
kaynaklarından biyoyakıtlar dünya enerji arzının % 10 kadarını oluştururken,
hidroelektrik enerji üretiminin payı % 2,3, diğer yenilenebilir enerji
kaynaklarının (güneş, rüzgar, jeotermal, dalga vb.) kullanımı ise % 1’den dahi
az. Enerji üretiminde kullanılan fosil yakıtlardan kaynaklanan CO2
salımları 2010 yılında 30,3 milyar tona ulaştı. Bu salımların % 43’ü kömür, %
36’sı petrol ve % 20’si ise doğal gaz kullanımından kaynaklandı. 2035 yılında
ise CO2 salımları 43,2 milyar ton olabilir.
Türkiye’de ise 2010 yılı verilerine göre 109 milyon ton eşdeğer
petrol olan enerji arzının % 31’i kömür, % 32’si doğal gaz ve % 27’si petrolden
sağlanmakta. 2020 yılında enerji talebinin 222 milyon ton eşdeğer petrol’e
ulaşacağı tahmin ediliyor. Enerjimizin % 90’ının fosil yakıtlardan üretilmesi
sonucunda Türkiye’nin 1990 yılında 188,4 milyon ton olan CO2 salımı,
2011 yılında 422,4 milyon tona çıktı. Artış 1990 yılına göre % 124,2 ve bu
artış oranıyla Ülkemiz sera gazı salımlarını en fazla arttıran ülke. Enerji
üretiminden kaynaklanan CO2 salımı ise 301,2 milyon ton kadar ve
sera gazı salımlarının % 71’ini oluşturuyor. Kişi başı CO2 salımımız
ise 5,7 ton kadar. Bu değer gelişmiş ülkelerden düşük, ama dünya ortalamasından
yüksek. Örneğin kişi başı CO2 salımı Amerika Birleşik Devletlerinde
19,8 ton, Rusya’da 11,2 ton, Avrupa Birliği ortalaması 10,2 ton, Çin’de 4,6 ton
kadar. Dünya ortalaması ise 4,3 ton civarında. Ancak toplam sera gazı salımında
ülkemiz en çok salım yapan ilk 20 ülke içerisine girmek üzere. Buna rağmen
uluslararası müzakerelerde temel stratejimiz kişi başına düşen sera gazı
salımlarının düşük olduğu yönünde. Halbuki toplam sera gazı salımlarına
bakıldığında dünyayı kirleten ülke konumundayız.
Diğer yandan ülke olarak enerjide dışa bağımlıyız. 2012 yılında
enerji ithalatı için 60,1 milyar dolar harcandı. Bu rakam toplam ithalatımızın
% 25’ini oluşturuyor. Enerji ithalatının % 62’sini petrol ve petrol ürünleri
oluşturuyor. Bu petrol ürünlerinin tamamına yakını ise ulaştırmada
kullanılıyor.
Türkiye’nin elektrik enerjisi üretimi 2011 yılı itibarıyla 229,3
bin GWs kadar. Bunun % 75’i termik santrallerden, % 23’ü hidroelektrik
santrallerden ve % 2’si rüzgâr ve jeotermal enerjiden sağlanıyor. Elektrik
enerjisine olan talebin 2021 yılında ikiye katlanarak 467 bin GWs’e ulaşacağı
öngörülüyor.
İklim Ağı raporuna göre kurulu güç olarak ele alındığında 2012
yılı Eylül ayı itibarıyla 34,8 GW termik, 18,6 GW hidroelektrik, 2,1 jeotermal
ve rüzgar enerjisi olmak üzere toplam 55,8 GW’lık bir kapasitemiz var. Ruhsat
almış ya da inşa halindeki 48 GW kapasite de önümüzdeki birkaç yıl içinde
devreye girecek. Ancak devreye girecek santrallerin 26,8 GW’lık kısmı yine
fosil yakıt kullanan santraller olacak. Başka bir ifadeyle ülkemiz fosil yakıt
odaklı enerji üretimine devam edecek gibi görünüyor. Elektrik Enerjisi Piyasası
ve Arz Güvenliği Strateji Belgesine göre de 2023 yılı hedefleri olarak linyit
ve taş kömürü kaynakları ile hidroelektrik enerji kapasitesinin tamamının
kullanılması, kaliteli ithal kömürden faydalanılması, nükleer enerjinin payının
% 5’lere çıkarılması, yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam enerji
üretimindeki payının % 30’lara çıkarılması, doğal gazın payının ise % 30’ların
altına çekilmesi öngörülmekte. Ayrıca belgede enerji verimliliği ve tasarrufun
arttırılması ve enerji yoğunluğunun düşürülmesi de hedeflenmekte. TMMOB Makine
Mühendisleri Odasının yaptığı değerlendirmeye göre 2023 yılında Türkiye’nin
elektrik enerjisi kurulu gücü 187 GW’a çıkabilecektir. Bu da ruhsat almış ve
inşa halindeki kurulu güç dahil olmak üzere toplam günümüzdeki kurulu gücün iki
katıdır. Ancak Elektrik Enerjisi Piyasası ve Arz Güvenliği Strateji Belgesine
göre yine enerji politikalarımız fosil yakıt odaklıdır. Ülkemizin geleceğe
yönelik enerji talep tahminlerinin gerçekçi olmadığı da tartışılmaktadır.
Hedeflere ulaşılabilirse 2023 yılında büyük çoğunluğu rüzgâr enerjisi olmak
üzere yenilenebilir enerji kaynaklarının payı % 30’larda kalacaktır.
Halbuki Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları açısından oldukça
zengin bir ülke ve bu kaynakların öncelikli olarak devreye sokulması
gerekmekte. Yenilenebilir enerji kaynaklarından rüzgârın enerji üretimine uygun
kapasitesi 48 GW, jeotermal enerjinin 31,5 GW civarında olduğu biliniyor. Özel
sektör yatırımlarıyla rüzgâr enerjisi uygulamaları 1980’lerde başlamış olsa da
yatırımların istenilen hızda ilerlemediği söylenebilir. Türkiye rüzgar
potansiyeli yüksek ülkeler arasında sayılmakta ve yabancı yatırımcılar Türkiye
yi bu konuda iyi bir Pazar olarak görmektedirler.
Türkiye jeotermal enerji bakımından da dünyada önemli bir yere
sahip. Ancak kaplıcalar ve termal tesisler olarak turizm sektörünün hizmetine
açılan bu alternatif enerji seçeneğinde sadece sıcak sudan yararlanıyor ve
elektrik üretmiyoruz.
Güneş enerjisi potansiyelimizin ise Makine Mühendisleri Odasınca
2011 yılındaki elektrik tüketiminin 2 katı kadar olduğu bildiriliyor. Türkiye
topraklarının tamamında güneş radyasyonundan elektrik üretebilecek şartlara
sahip olmamıza ve 1900 kWh/m2/yıl güneş radyasyonuna maruz kalmamıza
rağmen bu enerjiyle sadece su ısıtıyoruz. Oysa Almanya 900-1300 kWh/m2/yıl
radyasyonla Dünya lideri. Türkiye güneş enerjisiyle dışa olan bağımlılıktan
%55-60 kurtulabilir. Güneşle elektrik üreterek ve su ısıtarak enerji
ihtiyacının büyük bir kısmını karşılanabilir.
Bu yenilenebilir enerji kaynaklarına ek olarak biyoyakıt,
atıklardan enerji üretimi, dalga enerjisi gibi daha düşük kapasitede
yenilenebilir kaynaklarımız da mevcut. Örneğin Türkiye’de biyogaz üretim
potansiyeli 25 milyon kWh olarak tahmin ediliyor. Bunun % 85’ini gübre gazı, %
15’ini ise katı atık düzenli depolama sahalarından çıkan gazlar oluşturuyor.
Bölgesel ölçekli hedeflerle biogaz yatırımları teşvik edilerek bu alternatif
enerji kaynağından da maksimum ölçüde yararlanılabilir.
Su da bir yenilenebilir enerji kaynağıdır. Enerji konusundaki dışa
bağımlılığın azaltılması için HES’ler de kurulabilir. HES’lere ihtiyacımız var.
Ancak bugüne kadarki tecrübeler HES inşaatlarında oldukça ciddi doğa
tahribatları ve sosyal sorunlar olduğunu göstermiştir. Sadece HES inşasında
değil diğer yenilenebilir enerji tesislerinin de inşası sırasında doğa dikkate
alınmazsa bu enerji kaynakları yenilenebilir olarak nitelendirilemez.
Nükleer enerji ise tüm dünyada halen tartışılmakta olan bir
konudur. Nükleer santrallerin yarattığı riskler çok iyi değerlendirilmeli,
öncelikle tüm yenilenebilir enerji kaynaklarımız değerlendirilmelidir.
Enerji elde etmek için yapılan en büyük hatamız; yurtdışından
ithal ettiğimiz ve fosil yakıt olan doğalgaz ile Otoprodüktör Sistemli
Santrallerde elektrik üretip, sanayinin bu elektriği kullanmasını teşvik
etmemiz oldu. Bu durum da üretimlerin karbon yoğun, dışa bağımlı ve yükske
maliyetli olmasına yol açtı. Enerji politikamızı fosil yakıtlar üzerine kurmak
yerine yenilenebilir enerji kaynaklarımızdan maksimum yararlanacak politikalar
geliştirmemiz gerekli.
Bu yenilenebilir enerji kaynaklarına ek olarak enerji tasarrufu ve
enerji verimliliği ile de enerji tüketimini düşürmek mümkün. Enerji verimliliği
üretilen birim hizmet ya da ürün miktarında daha az enerji tüketimi anlamına
gelmektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından ülkemizde bina
sektöründe % 30, sanayi sektöründe % 20 ve ulaşım sektöründe % 15 kadar enerji
tasarruf potansiyeli olduğu belirtilmekte. Bu enerji verimliliği potansiyelinin
tamamının kullanılması durumunda 3 Atatürk Barajı büyüklüğünde HES’in ürettiği
enerji tasarruf edilebilecektir.
Enerji verimliliği konusunda pek çok alanda atılabilecek adımlar
bulunmakta. Örneğin iletim hatlarındaki kayıplar ve kaçak kullanımlar ile
elektrik enerjisinin % 18’i kaybedilmekte. Bu değer gelişmiş ülkelerdekinin
2-2,5 katı kadar. Sadece iletim hatlarındaki iyileştirme ile 20 bin GW saatlik
bir tasarruf yapılması mümkün. Enerji verimliliğinde en büyük sorumluluk devlete
düşmekte. Bu konuda 2012 yılında hazırlanan Enerji Verimliliği Strateji
Belgesindeki amaç ve hedefler oldukça olumlu. Ancak bu hedeflere ulaşılması
ancak kararlı ve ciddi adımlarla mümkün olacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerdeki
deneyimler gösteriyor ki, enerjiye olan talep yönetilmedikçe ve azaltılmadıkça
enerji tüketimi artarak devam edecektir.
Enerji verimliliği konusunda çeşitli dernekler aracılığıyla
kamuoyunu bilinçlendirme çalışmaları uygulanmakta. Ancak enerji verimliliği,
tasarruflu ampullerle özdeşleştirilmemeli. Enerjinin büyük bir çoğunluğu sanayi
ve ulaşımda kullanılıyor. Bu nedenle söz konusu sektörlere yönelik adımlar
enerji verimliliğinin arttırılması ve karbon salımlarının azaltılmasına
doğrudan etki yapacaktır. Bu konuda sanayi kuruluşlarının enerji verimliliği
çalışmaları konusundaki çalışmaları teşvik edilmeli ya da yaptırımlar
uygulanmalıdır. Örneğin kirleten öder prensibi gereği karbon vergisi
düzenlemeleri gündeme gelmelidir. Özellikle araştırma geliştirme faaliyetleri
özendirilmeli ve sanayi-üniversite işbirliği arttırılmalıdır. Sanayi
kuruluşlarının enerji verimliliği konusunda yaptıkları çalışmaların ve karbon
azaltım miktarlarının raporlanması ve doğrulanması karbon borsası açısından da
önemli. Ayrıca mevzuatta da yer alan enerji yöneticiliği kavramını
yaygınlaştırılması gerekmekte. Yaşam döngüsü değerlendirmesi, PAS 2050, ISO 14064 ve 14065 gibi
standartların kullanılmasının sağlanması, şirketlerin hem enerji verimliliğini
arttıracak ve karbon salımlarını azaltacak, hem de rekabet güçlerinin artmasını
sağlayacaktır.
Enerji verimliliği yanında, enerji yoğunluğunun da düşürülmesine
yönelik adımlar da atılmalı. Enerji yoğunluğu 1 dolarlık mal ya da hizmet için
tüketilen enerji miktarıdır. Çimento, demir-çelik endüstrisi, tekstil gibi
sektörler üretimlerinde oldukça fazla enerji tüketmekte. Ülkemizdeki enerji
yoğunluğu AB ülkelerinin 2 katı kadar. Ülke olarak fosil yakıt ağırlıklı enerji
üretildiği için dolaylı olarak enerji yoğun sektörler aynı zamanda karbon yoğun
üretim yapmakta. Enerji yoğunluğunun azaltılması da ülke hedefleri arasında,
ancak kararlı adımlar atılması gerekmekte. Yine termik santraller başta olmak
üzere üretimleri sırasında ısı ortaya çıkan sektörlerdeki atık ısıların geri
kazanılması, enerji kullanımını önemli düzeylerde azaltabilir. Ayrıca çok büyük
enerji santralleri yerine, kent ve kasabaların elektrik enerjisi ihtiyaçlarının
yerel olarak kurulacak daha küçük santrallerle karşılanması, enerji
verimliliğini arttıracaktır. Küçük yerleşimlerin rüzgâr, güneş enerjisi gibi
yenilenebilir enerji kaynakları ile elektriklerini sağlaması ile hem
yenilenebilir enerji üretiminin oranı artacak, hem iletim sırasındaki kayıplar
azalacak, hem de enerji üretim kaynakları çeşitlendirilerek, enerji güvenliğini
arttıracaktır. Buralara teşvik verilerek kalkınmaları ve yatırımcıların
buralara yönlendirilmesi ekonomik kalkınmanın tüm Türkiye topraklarına
yayılması sağlanabilir.
Ulaşımda da atılabilecek önemli adımlar var, toplu taşımada raylı
sistemlere önem verilmesi gibi. Demiryolu karayoluna göre 6 kat daha fazla
enerji verimliliği sağlıyor. Özellikle büyük kentlerde yerleşime yeni açılan
yerlerde toplu ulaşım alternatiflerinin öncelikli olarak düşünülmesi
gerekmekte. Şehirlerarası taşımacılıkta ise karayolu ve havayolu yerine deniz
ve demiryolu taşımacılığı enerji verimli ulaşım sistemlerine ağırlık verilmeli.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına göre enerji verimliliği
açısından en fazla potansiyel % 30 gibi önemli bir miktar ile binalarda
bulunmaktadır. Özellikle çatı, dış cephe yalıtımı gibi önlemler enerji
tasarrufu sağlayacaktır. Özellikle yeşil çatı uygulamaları ile hem çatı
yalıtımları sağlanabilir, hem de kent iklimi olumlu yönde katkı sağlanabilir.
Benzer şekilde güneş alan cephelerin ağaçlar ile gölgelenmesi soğutma masraflarını
azaltabilir. Zira bazen bir ağaç bile iklimleri değiştirir. Kentsel dönüşüm
çalışmalarının gündemde olduğu şu günlerde dönüşüm sırasında ortaya çıkan
artıkların geri kazanılmasına yönelik çalışmalar yapılması da önemli bir enerji
verimliliği oluşturacaktır. Çevre Kanunu kapsamında Atık Yönetiminin binalarda
yeniden yapılandırılması ve uygulanması ile geri dönüşümün teşvik edilmesi,
siteler ve mahalleler bazında “Atık Getirme Merkezleri”nin kurulması (eskiyen
ev eşyalarının, elektronik atıkların, ambalaj atıklarının, organik atıkların ve
tehlikeli atıkların kaynağında ayrı toplanabilmesinin altyapısı) park-bahçe ve
yeşil alanlardan çıkacak olan ağaç budama, biçilmiş çim v.b. organik atıkların
yeşil alanlarda tekrar kullanılmak üzere geri dönüşümünün sağlanması (kompost
köşelerinin oluşturulması) atıksu arıtma alt yapısının mahalleler, siteler
bazında yapılandırılması ve geri dönüşümünün sağlanması, yağmur suyu toplama
alt yapısının oluşturulması ve yeşil alanlarda kullanılmasının sağlanması gibi
çalışmalar da enerji verimliliğine katkı sağlayacaktır. Ayrıca yeni binalarda
enerji verimliliği ile ilgili çalışmalar daha proje aşamasında başlamalıdır.
Bina yeri seçiminde ışığı dikkate alınması, pasif havalandırma tasarımları,
ışığı geçirmeyen camlar kullanılması ya da aynalar ile ışıktan daha fazla
yararlanılması gibi uygulamalar önemli tasarruflar sağlayacaktır. Keza yeşil
ofis uygulamalarının yaygınlaştırılması da enerji verimliliği ve karbon
salımlarının azaltılması açısından önemlidir.
Enerji verimliliği konusunda atılacak samimi adımlar doğa
tahribatının da önüne geçecektir. Çünkü enerji talebini karşılamak için yeni
kurulan termik santraller ve HES’ler ile açılan madenler ormanların, meraların
derelerin ve tarım alanlarının zarar görmesine neden oldu. Bu durum kamuoyunda
biriken bir tepkiye yol açtı. Bunun haricinde iklim değişikliğini doğrudan
etkileyen özelliklerinden dolayı son derece önemli olan ormanların ve diğer
doğal ekosistemlerin zarar görmesine neden olacak bazı kanunlar meclisten geçmesi
ya da tasarı halinde komisyonlarda bulunması da toplumsal hassasiyeti arttırdı.
Son yıllarda Orman, Mera, Maden, Turizm, Yenilenebilir Enerji, Petrol
kanunlarında yapılan değişiklikler ile orman ve mera alanlarında yapılaşmanın
önü açıldı. Örneğin çoğu orman ve mera arazilerinde olmak üzere 2002-2011
yılları arasında 14.250 işletme, 65.863 arama amaçlı olmak üzere 80 binin
üzerinde maden arama ve işletme ruhsatı verildi. Ne yazık ki bu maden
sahalarının ve taş ocaklarının çoğunda vahşi madencilik olarak adlandırılan
uygulamalar ile üretimler yapıldı ve halen yapılmakta.
Ormanlarla ilgili olarak söylenmesi gereken iklim değişikliğine
karşı insanların son kalesi olduğu. Çünkü orman ekosistemleri iklim düzenleme
ve karbon bağlama özellikleri ile dünyadaki en önemli karbon havuzlarından.
Ağaçların yeşillendiği ilkbahar ve yaz aylarında atmosferdeki CO2
konsantrasyonları 5 ppm kadar azalmakta. Ormanların tahrip edilmesi ise CO2
konsantrasyonlarının hızla artmasına yol açmakta. Ormanların sağladığı faydalar
onların “ekosistem” olma özelliklerinden kaynaklanmakta. Başka bir ifadeyle
orman içindeki ağaçların toplamından fazla şey ifade eder. Bu nedenle doğal
ormanlarla ağaçlandırmalar aynı şey değildir. Ağaçlandırılan alanlara sadece
ağaç dikersiniz, oraya diğer canlıların gelmesi, ormana özgü toprak ve iklimin
oluşması için onlarca yıl geçmesi gerekli. Bu nedenle 3. Köprü ve Havaalanı
çalışmaları sırasında kesilecek ağaçların yerine çok daha fazla dikileceğinin
açıklanması doğru değildir. Kesilen orman ekosistemdir; yerine getirilen ise
ağaçlandırma. Yeni tesislerin inşası sırasında oradaki ağaçların taşınması da
sıkça gündeme gelmekte. Örneğin 3. Havaalanı proje sahasından 2 milyon kadar
ağacın taşınacağı, resmi kaynaklardan açıklandı. Ağaçlar taşınabilir, ama orman
ekosistemi taşınamaz. Orman ekosisteminin bir parçası olan flora ve faunayı,
iklimi ve toprağı başka yere götürmezsiniz. Nitekim uzmanlar havaalanı ve köprü
projelerinin dünyanın en önemli kuş göç alanında olduğunu ve kuş göçlerini
olumsuz etkileyeceğini söylüyor.
Ağaçların taşınmasının maliyeti ve ağaçların taşınacağı yer
bulunması da ayrı sorun. Örneğin 3. Havaalanı sahasından taşınacak ağaçların
maliyeti ağaç başına bin TL (araç gereç yakıt masrafları, kiraları, çalışacak
personelin giderleri vb.) gibi çok kaba bir hesapla 2 milyar TL’yi geçecektir.
Ağaçların niteliğine göre (yaşlı ve boylu olmaları, taşıma öncesi hazırlık
yapılması vb.) taşıma bedeli, havaalanının ihale bedelinin % 10’una kadar
çıkabilir. Ayrıca 2 milyon ağaç için 20 milyon m2 bir alan bulunması
gerekli. Taşıma da ağacın yaşına göre hazırlama işlemleri için 2-3 yıl kadar
uzun bir süre gerektirir. Ve ağaçlar yaşlandıkça tutma şansı da azalır. Bütün
bunlar yerine büyük tesislerin yapılması sırasında alternatif projeler arasından
doğaya ve çevreye en az zarar verecek olanların seçilmesi ve doğaya verilen
zararın da proje maliyetlerine eklenmesi gereklidir. Ya da doğaya verilen
zararı azaltmak için ek önlemler alınabilir. Örneğin 3. Köprü ve bağlantı
yolları yapımında kesilecek yaklaşık 1,5 milyon kadar ağacı kurtarmak için
bağlantı yolları viyadüklerle ormanların üzerinden veya tünellerle altından
geçirilebilir. Böylece hem ağaçlar hem de orman ekosistemleri korunabilir.
Prof. Dr. Doğanay Tolunay Aynur
Acar
İstanbul Üniversitesi Marmara
Belediyeler Birliği
Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Çevre
Yönetim Merkezi Direktörü
EGD Küresel Isınma Kurultayı EGD
Küresel Isınma Kurultayı
Bilim Kurulu Üyesi Bilim
Kurulu Üyesi
yilmazparlar@yahoo.com